Her Şeyin Suçlusu Benim

“Sanki kendimi cezalandırmak istiyorum” diyor ve devam ediyordu Songül Hanım: “Sürekli her suçu üzerime alıyorum. Hiç kendimi savunmuyorum. Herkesin beni ezmesine izin veriyorum. Niye böyle yapıyorum bilmiyorum. Sonra çok acı çekiyorum. Kendime çok kızıyorum ama engel olamıyorum böyle düşünmeme. Sanki hiç iyi bir şeyi hak etmiyorum. Hani çok büyük bir suç işlersin de affı olmaz… Ben de kendimi müebbet hapse mahkum ettim sanki. Eşim bile kızıyor bana, niçin her suçu üzerine alıyorsun diye…”
Yaptığımız seansta Songül Hanım’ın 9 yaşındayken amcasının oğlu tarafından sürekli tacize uğradığı ve kendisinden büyük olan amcaoğlunun her defasında ona, “Sen istiyorsun da oluyor, istemesen yapmam” demesi üzerine kendini çok suçlu hissettiğini ve ailesi duyarsa diye çok korktuğunu hatırladı. O zaman hissettiği suçluluk hissi bu günlere kadar gelmişti.
Bazen fark etmeden söylenen bir cümle, bazense yapılan kocaman bir yanlışın yükü küçücük omuzlarda taşınmaz olup özgüven eksikliğine sebep olabiliyor. Birkaç seans sonra, Songül Hanım bambaşka biri olmuştu.
Özgüven eksikliğinin getirdiği değersizlik duygularının temelinde, çoğunlukla, yaşanmış stres faktörleri vardır. Doğarken tüm canlılar değer duygusuyla var olurlar. İçinde bulundukları çevrenin şartlarına göre, bu duyguda artmalar veya azalmalar olabilir. En önemli etken ailedir. Ailede değerlilik hissini kazanan bir bireyin, temel taşları sağlam oturur ve diğer dış etmenlerden daha az yara alır. En güvende olduğumuz ve en çok yara aldığımız yerdir aile çatımız. Hepimizin derisinin en hassas olduğu yerdir. Onlara sonsuz güvenle başlarız yolculuğumuza… Ta ki yaşananlar derimizi delip, geçene kadar…
Sürekli kendini sevmediğini söylüyordu Serap Hanım. “Yaşamımın hiç kıymeti yok, ölsem kimse umursamaz” diyordu. Birkaç kez ölmeyi ciddi olarak düşündüğünü söylüyordu utanarak. Ama inançları engellemişti onu. “Hiçbir şeyi beceremedim ben. İyi bir evlat olamadım. İyi bir eş, iyi bir anne… Hiçbir şeyi beceremedim” diyordu.
Sohbet esnasında bunun gerçek olmadığını anlattıklarından çıkarabilmiştim. Yanında kızı ile gelmişti. Kızı onun için çok endişeleniyordu. Boğaziçi’ni bitirmiş, çok iyi bir kariyer sahibi, genç bir kadındı. Eşi, Serap Hanım’la evlendikten sonra iş hayatında başarılar kazanmış, her zaman onunla gurur duymuştu. Etrafında çok sevilip sayılıyordu. Ama Serap Hanım’ın içindeki duygu öyle demiyordu. Öyle ağır bir duyguydu ki, ölümü bile çağırıyordu.
Yaptığımız seansta Serap Hanım’ın duygularının çocukluğuna kadar indiğini fark etmiştik. “Çok küçükken bile, hep ölmek isterdim. Kendimi suçlu hissediyorum. Neden öyle olduğunu bilmiyorum ama hiçbir şeyi beceremiyormuşum gibi geliyor” diyordu. Anne ve babasıyla yaşadığı bir olay hatırlamıyordu. Zaten babası asker olduğu için hep gurbette yaşamışlardı. Babasının aylarca eve uğramadığı olurmuş. Annesi ve o yalnızmış. Başka kardeşinin olup olmadığını sorduğumda “Varmış ama ölmüş” dedi. Nasıl öldüğünü sorduğumdaysa “Bilmiyorum, annem hiç konuşmaz bu konuda” demişti.
O gün sadece duygusu üzerine yoğunlaştık. O kadar yoğundu ki azalsa da tekrar geliyordu. Ayrılırken çocukluğuna ait resimlere bakmasını, hatta getirmesini istedim. Ertesi seansa geldiğinde hala çok kötü hissettiğini söyledi. Çocukluğunu düşünmek, sıkıntısını daha da artırmıştı. Getirdiği resimlere baktık beraber. Daha çok annesi ile olan resimleri vardı. Onlara bakarken “Annem bana hep kızgın bakmış sanki” dedi. Neden diye sorduğumda “Bilmiyorum” dedi.
Kardeşine ait hiç resim yoktu. “Benim de akşam dikkatimi çekti, niye acaba diye. Belki de annem kardeşim öldükten sonra dayanamamıştır bakmaya, yok etmiştir” dedi. Sonra çocukluğundan beri garip bir rüya gördüğünü ve çok kötü hissettiğini söyledi. Rüyasında bir çığlık duyduğunu, birisinin yardım istediğini, onun donup kaldığını kıpırdayamadığını gördüğünü anlattı. Ne zaman bu rüyayı görse kendini günlerce kötü hissettiğini söyledi. Anlatırken sanki yaşıyor gibiydi rüyasında olanları. Ama her şey flu idi. Ona rüyasını çalışmamızı istediğimi söyledim. Çalışmaya başladığımızda her şey yavaşça netleşmeye başladı. Aslında gördüğünün rüya olmadığını fark etmişti.
Serap Hanım, kardeşi ve annesi bir trendeydiler. Babasının yanına gidiyorlardı. Annesi tuvalete giderken, onlara vagonda kalmalarını söylemişti. Oysa o merak ediyordu etrafı. Kardeşi gelmek istememiş ama ısrar edince ona katılmıştı. Vagonun dış kapısını zorlayarak açmaya çalışmış, başaramamıştı. Kardeşine yardım etmesini söylemişti. O önden zorlarken, kapı birden açılmış ve kardeşi boşluğa düşmüştü. O ses, kardeşinin çığlığıydı. Yıllardır kulaklarında olan o ses onun çığlığıydı. Serap Hanım çok kötü olmuş, hıçkırıklarla “Hepsi benim suçum. Ben ölmeliydim, o ölmemeliydi” diyerek ağlıyordu. İkisi de çok küçüktü, 4-5 yaşlarında. Annesi bir daha o olayı hiç konuşmamış, kimseye de anlatmamıştı. Hatta babasına bile. O da hiç olmamış gibi hafızasının derinliklerine gömmüştü. Ama hissettiği suçluluk duygusunu hiç içinden atamamıştı. Bu yüzden hep ölmek istiyordu. Çünkü yaşamaya hakkı olmadığını hissediyordu.
Zor da olsa seansı tamamladık ve küçük Serap’ın o güne ait tüm suçluluk duygusunu, acısını boşalttık. Seans sonunda “Ben de çocuktum, bilemezdim” duygusuna kavuşmuştu. Artık Serap Hanım artık hiç olmadığı kadar huzurlu ve hayatı seven bir kadın.